Yazmayı her zaman daha çok sevdim. Yazarken düşüncelerini
derleyip toparlayabilir, giriş gelişme sonuç planına göre uydurabilirsin. Derli
toplu ve anlaşılabilir olur. Bir düşünceyi düzenli şekilde aktarabilirsin.
Beğenmediğin yeri siler, yeniden yazarsın. En doğru kelimeyi bulana kadar
durabilirsin. Geri dönüp, cümle aralarına girebilir, fikirleri açabilir,
açıklayabilirsin. Kısaca kontrollüdür; yazının üzerinde hakimiyetin vardır.
Ama konuşma öyle değil. Hitabetten bahsetmiyorum; hazırlıklı
konuşmalar monologlar değil kastettiğim. Sohbet esnasında mesela.. Yanlış
kelimeler kullanmak her zaman olası. Yanlış demeyelim de, demek istediğimi tam
olarak karşılayamayacak kelimeler.. Sohbet ederken, düşüncemi açıklarken, her
zaman karşımdakini de düşünmek mecburiyetini duyarım ben; acaba şöyle desem alınır mı; kullandığım
örnekte ona değen bir durum var mıdır, diye.. Daha sonra, cümleyi şöyle kursam
daha iyi olurdu; söylemek istediğimi öyle değil de böyle söyleseydim daha iyi
olurdu, diye düşünmek canımı sıkar. Hatta, bak şöyle de diyebilirdim ve demek
istediğimi çok daha net ortaya koyabilirdim, düşüncesi de çok sıkıcıdır. Oysa,
yazıyor olsam, daha rahat. Kimse henüz okumamışken- yani iletişim henüz
kurulmamışken- hoop, beğenmediğin kısmı sil at; yeniden başla. Konuşma
esnasında, söz ağızdan bir kere çıkar. Geri dönüşü yoktur. O yüzden gırtlak her
zaman dokuz boğumdur benim için. Düşün, konuş. Ağzımdan çıkan bir cümleyi, o
anda düşünürken, daha açabileceğimi, daha farklı şekilde de anlatabileceğimi
fark ettiğim anda, o cümlenin etrafında döner dururum. Birkaç, “yani..” ve bir
iki “demek istediğim..” ile birlikte. O zaman da konuşma uzar; bundan da hiç
hazzetmem.
Bir de, konuşma esnasında, anlattıkların rahatça
dağılabilir. Konudan konuya geçilebilir. Kelimelerin getirdiği serbest
çağrışımlara kapılıp, oradan oraya sıçrayabilirsin. Sonunda da, başı neresiydi,
biz bu konuya nereden geldik diye, konuşmanın başını hatırlamaya çalışırsın.
“Bişey anlatacaktım, unuttum..” kısmını, bir iki dakika sonra, bambaşka bir
şeyden bahsederken, “hah, tamam; hatırladım ne diyeceğimi, söyleyeceğini
unutma..” kısmına geçersin. Daldan dala atlar yar..
Bu nedenlerle, çok hoşsohbet biri olduğumu düşünmüyorum.
Yazmayı daha çok seviyorum. Bu yüzden, günlük tutmak genç yaşlarımın en büyük
eğlencesiydi. Deftere anlatırsın; sessiz sakin dinler. Sana cevap vermez;
sözünü kesmez; yargılamaz; müdahale etmez. Muhakemeni yine kendi içinde yapar,
yargılanacak, sonuç çıkarılacak, yorum yapılacak bir durum varsa, o da yine sen
olursun. Sohbeti dağıtan da yine sen olursun. Başka konuya geçebilirsin bir
paragraf başı ile. Sonra, daha önce yazdıklarına bakar; konuyu yine toparlayıp
bağlarsın. O defterlerden , dinlemeyi öğrendim ben. Konuşma sırasında lafı
kesmemeyi, dur bakalım bir anlatsın hele, deyip beklemeyi. Arkadaşlarım, “iyi
bir dinleyici “ olduğum için, gelip benimle dertlerini paylaşırlardı. Sadece
dinlerdim ama, yorum yapmak benim işim değildi. O gençlik çağlarının heyecanı,
aşırı duygusallığı, olayları yeni bir gözle görmenin verdiği tereddütleri,
kararsızlıkları, tüm soruları hep defterlere yazdım. İçimi döktüm. Ergenlikte en
önemli sorunun içini dökmek olduğunu düşünüyorum. Öyle bir değişim geçiriyorsun
ki, kendi kendini tanıyamaz ,anlayamaz oluyorsun. Kafa hep karışık. Dikkat hep
dağınık. Kırılgansın, alıngansın. Bazı şeyler artık senin için çocukça; ama
bazı çocukça şeyler de hala çekici. Bir gün sebebini bilmediğin bir neşe
dolduruyor içini, ertesi gün yine sebepsiz bir hüzün veya can sıkıntısı. Kendi
içine dönüyorsun. Ben de kendi içime dönmüştüm ve bir defterle paylaşıyordum
her şeyimi. Şiir yazıyordum; canımı sıkan şeylere büyük harflerle bağırıp
çağırıyordum; dedikodu yapıyordum. Doğal olarak, tüm yazdıklarım benim için çok
özeldi; gizliydi yani. O yüzden de çok kıymetliydi. Günlük tutan başka bir
arkadaşımın, bana günlüğünü okutmasını hem hiç anlayamamış hem de çok gururlanmıştım.
Çünkü ben asla başkasına okutmazdım günlüğümü; okutmayı bırak, bahsini bile
açmazdım.
Sakladım gerçi defterleri, hala duruyorlar. Şimdi, nadiren de olsa, açıp okuduğumda, çok uzaktan olayları, duyguları hatırlar gibi oluyorum; ama bunları yazanın ben olduğuma inanasım gelmiyor. Bambaşka biri, başka bir çocuk yazmış gibi geliyor. Bu duygu çok acayip. Eğlenmiyorum yani o defterleri okurken; hey gidi günler deyip gülüp geçemiyorum. Tanıdığım biri bunları yazan; kelimeler hiç de yabancı değil. Ama uzak, çok uzak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder